Civcivler

Babam, pazardan aldığı 50 adet civcivi çok güzel ve kullanışlı bir ahşap kümesin içine koymuştu. Kümes, biri kapalı diğeri tel örgü ile çevrilmiş iki bölümden oluşuyordu. Öyle içine insan girebilecek büyüklükte bir kümes olduğunu düşünmeyin. Kapalı bölüm bir köpek kulübesi kadar, açık bölüm de belki ondan az daha büyüktü. İkisinin bağlantı yerinde küçücük bir kapı vardı. Civcivler uyumak, yem yemek ve su içmek için kapalı bölüme koşuştururlar, hava alıp güneşlenmek için de telli bölüme geçer, neşe içinde kıpır kıpır olurlardı.

14-15 yaşlarında bir lise öğrencisiydim. Babam her sabah işe giderken sulukları kontrol etmemi, eğer bitmişse veya azalmışsa doldurmamı sıkıca tembihlerdi. Kümes tavanına asılı yemliklerin depoları büyük olduğundan, onların her gün kontrolleri gerekmiyordu. Ama suluklar yerdeydi ve civcivler bazen koşuştururken onu deviriyorlardı. Bu nedenle okul dönüşü sulukları kontrol etmek gerçekten önemli bir görevdi. Yerdeki ıslanan samanları değiştirmek de bu önemli görevin devamıydı.

Ben bu görevi hergün kusursuz yerine getiriyor muydum, çok net hatırlamıyorum. Ama bir gün hiç ilgilenmediğimden dolayı susuz kaldıklarını, yaş samanlardan dolayı ıslandıklarını ve babamın iş dönüşü buna şahit olup çok sinirlendiğini hatırlıyorum. Civcivler saatlerce susuz kalmışlar ve babam suluğu doldurduktan sonra hepsi birden hücum etmişlerdi. Bu durum, belli ki babamın vicdanını fena halde harekete geçirmişti.

Öyle çok hesap soran, bağıran, çağıran bir baba değildi. Alışık olmadığım için o gün beni çağırdığı ses tonundan çok rahatsız oldum. Yanına gittiğimde civcivleri susuz bırakmamın sebebini sordu. Kırk dereden kırkbir kova su getirdiğimi çok iyi hatırlıyorum. Okuldaki etüd çalışması uzamıştı, hasta olan bir arkadaşımın evine o güne ait ev ödevlerini götürmüştüm, yarınki sınavıma hazırlanmam gerekiyordu, annem bakkala göndermişti, önemli bir mahalle maçımız vardı, köpeğimiz Sezer'in üzerindeki keneleri temizlemiştim, biraz da başım ağrıyordu ve bunlara benzer yarı yalan yarı gerçek bir sürü şey...

Sakin sakin dinledi. "Bu kadar yoğun olman güzel bir şey" dedi. "Hatta önemli bir adam havası da yaratıyorsun bu anlattıklarınla..." diye ekledi. Devamında ise, "akşam yatarken bir düşün; bu kadar işe güce ve olumsuzluklara rağmen, civcivleri susuz bırakmamak için elinden gelen her şeyi yaptığına inanıyor musun?" gibi bir cümle sarf etti.

"Utandım, sıkıldım, yer yarılsaydı içine girerdim" gibi sözler sarf etmek istemiyorum. Çünkü o anda neler hissettiğimi gerçekten hatırlamıyorum. Büyük ihtimalle bu konuşmanın bir an önce bitmesini istemişimdir.

Fakat akşam yatarken düşündüm. Düşündükçe ateş bastı. İleri sürdüğüm mazeretlerden utandım. O suluğu doldurmak 5 dakikalık bir işti ve benim ileri sürdüğüm mazeretlerin hiçbiri, hatta saydıklarımın 10 katı fazla iş bile, bu 5 dakikaya engel olamazdı. Asıl önemlisi, hiçbiri bir canlının susuz kalmasından veya sağlığını yitirmesinden daha önemli değildi.

Olaydan yaklaşık 1 yıl sonra vefat eden babamın bu meseleye yaklaşım mantığı, sonraki yaşamımda sandığımdan daha fazla etkili oldu. İş görme biçimimi, sorumluluk ve sorumsuzluk kavramlarımı şekillendirdi. Yapılmayan, yapılamayan, ertelenen, ihmal edilen, savsaklanan, önüne arkasına sağına soluna bakılmayan her işe bu gözlükle baktım.

"Anladık, çok önemli birisin. Ancak bu kadar yoğunluğa ve olumsuzluklara rağmen, elinden gelen her şeyi yaptığına inanıyor musun?"

İlerleyen yıllarda bu soru cümlesini ölçü olarak her kullandığımda, kendimin veya karşımdakinin ileri sürdüğü mazeretler gözümde hep küçük ve komik kaldı.

Mazereti ileri süren ister kendim olayım, ister çocuğum olsun, ister iş arkadaşım olsun, ister hükümet olsun, isterse de mahallenin muhtarı olsun, bu ölçü hep aynı sonucu verdi: Yalan, samimiyetsizlik, savsaklık...

Mustafa Orhan METİN