Öğretilmiş çaresizlik

İki farklı şey anlatacağım, ama sonuçlarını aynı yere bağlamaya çalışacağım. Bunlardan birincisi çocukluğumda yaşadığım bir olay, diğeri ise filmlerde sık sık rastladığımız bir estantane...

Küçük yaşlardan itibaren ve uzun yıllar yaz tatillerimi köyde yaşayan anneannemin yanında geçirdim. Anneannemin adı Sıdıka idi ama herkes ona Gıkka derdi. Köydeki bütün Sıdıka'lara mı böyle denilirdi, yoksa sadece anneanneme özgü bir hitap mıydı, onu bilmiyorum. Çalışkan ve çok disiplinli bir kadındı. Genç yaşta dul kalıp dört kız çocuğu yetiştirmek zorunda kalması mı onu böyle yapmıştı, yoksa zaten mayasında bunlar vardı da o nedenle mi zorluklarla baş edebilmişti, onu da bilmiyorum.

Yaz aylarının belli bir bölümü bütün köylü için harman zamanıydı. Tarlalardan derilmiş ve demetler halinde köye taşınmış olan ekinler, her ailenin kendi harman alanının etrafına yığılırdı. Daha gün ağarmadan o demetlerden bir kısmı harmanın yüzeyine dağıtılır, gün ağarır ağarmaz da öküzlere boyunduruk vurularak gün boyu harman sürülürdü.

İkindi vaktini biraz geçince harman sürme biterdi. Öküzlerin boyundurukları çıkarılır, herkes kendi öküzünü otlatmaya götürürdü. Buna "öküz otarma" denilirdi ve neredeyse bütün köylü öküzlerini aynı yeşillik alana yayardı. Serinlemiş havada öküzler günün gerginliğini ve yorgunluğunu atmaya çalışırken, çoğunluğu genç olan sahipleri de aralarında şakalaşır, sohbet eder ve hoşça vakit geçirirlerdi. Demetlerin tamamı bitene kadar bu olaylar günlerce tekrar edilirdi.

İlk öküz otarmaya gittiğimde henüz delikanlı bile sayılmazdım. Öküzleri önüme kattığımda Gıkka seslendi: "Eline bir değnek al..!"

Öküzler o kadar iri ve güçlü gözüküyorlardı ve ben onların yanında o kadar ufak kalıyordum ki, Gıkka "değnek" deyince ben etrafta kürek sapı gibi kalın ve sağlam bir şey bakındım. Bakınırken de vakit kaybettim tabii... Vakit kaybetmeye hiç tahammülü olmayan bizimki, hışımla ağacın altına düşmüş incecik bir söğüt dalını yerden alıp elime tutuşturdu. "Bu dalı arada bir yavaşça salla ve hafifçe sırtlarına dokun ki, kaçıp gitmesinler" diye de ekledi.

Yola düştük. Önümde tank gibi yürüyen öküzlere, elimdeki incecik dal parçasına ve ufacık ellerime bakmaktan kendimi alamıyordum. Ne tarafa sürsem, o tarafa gidiyorlardı. Gıkka'nın dediği gibi arada bir elimdeki dalı sallıyor, otoritemi sağlamlaştırmak için de "ho, oha" gibi emir sesleri çıkarıyordum. Bu nasıl bir tılsımdı? Halbuki Munzur Dağları'na doğru bir koşmaya başlasalar, onlara asla yetişemez, yetişsem de yakalayamaz, yakalasam da gerisin geriye döndürüp köye getiremezdim.

O incecik söğüt dalının "öküzlere öğretilen çaresizliğin" bir aparatı olduğunu, yıllar sonra izlediğim bazı filmlerde iyice netleştirdim. Adam atı ile bir barın önüne geliyor, atından yavaşça iniyor, atın yularını barın önünde yatay çakılmış ahşap direğe bir kez sarıyor, sonra güvenle bara giriyor.

Doğru okudunuz. Yuları direğe bir kez dolandırıyor. Bağlama filan yok. Düğüm atmak yok. Halbuki at kafasını biraz yukarı kaldırsa, yular sıyrılıp yere düşecek, kendisi de özgür kalacak. Sonra dağlara doğru koşmaya başlasa, kim yakalayabilir onu? Ama at buna teşebbüs bile etmiyor. Çünkü önündeki direk ve boynundaki yular, ona taylığından itibaren öğretilmiş olan "çaresizliği" hatırlatıyor. "Kıçını da yırtsan, o kovboy viskisini yudumladıktan sonra gelip yine senin sırtına binecek..!"

Yıllar yılları kovalarken, bu çaresizliğin sadece hayvanlara değil, biz insanlara da öğretildiğini, en çok da siyasi tercihlerde bu öğretilmişliğin birilerinin işine yaradığını farkettim.

Ülkemizde onlarca siyasi parti olmasına rağmen temelde iki ana akımın olduğunu ve baştan beri kurulmuş olan sistemin bu ikisi dışında üçüncü bir akıma müsaade etmediğini net olarak gözlemledim. Sömürücüler bu kokuşmuş sistemi, topluma "çaresizlik öğreterek" sürdürmektedirler.

Birinci yolun müdavimleri laik ve seküler geçinen güya solculardır. Günün birinde üçüncü bir yol arayışına girmeye kalktıklarında, görünmeyen biri hemen kulaklarına eğilip: "Ne yapıyorsun sen? Eğer bu yoldan vazgeçersen, karşı taraf şeriatı getirip seni rakı içmekten, mayo giymekten, denize girmekten, başını açmaktan men eder. Birinci yola vermediğin her oy, karşı tarafa yarar. Sana zorla namaz kıldırırlar" der.

İkinci yolun müdavimleri ise, sağcı, güya dindar muhafazakarlardır. Bunların içinden de günün birinde üçüncü bir yol arayışına girenler olursa, yine görünmeyen biri kulaklarına seslenir: "Ne yapıyorsun sen? Eğer bu yoldan vazgeçersen, karşı taraf ezanı yine Türkçe okutur, kutsal kitabını sana yasaklar, camilerini ahır yapar, başındaki örtüyü çıkarıp atar. İkinci yola vermediğin her oy, karşı tarafa yarar. Sana zorla rakı içirirler."

Siz de izleyin. Demokrasi, insan hakları, özgürlükler, yoksulluğun giderilmesi, yoksunluğa çare bulunması, mahkemelerin tıkır tıkır saat gibi adalet dağıtması, kamu malının titizlikle korunması, işsizliğin ve çaresizliğin tümüyle yok edilmesi, dışa bağımlılığın en aza indirilmesi, üretimin artırılması ve benzeri konular mı en çok konuşuluyor ve peşinden koşuluyor, yoksa deniz, bikini, rakı, Atatürk, laiklik, başörtüsü, seccade, tesbih, ezan, bayrak, vatan ve benzeri konular mı en çok konuşuluyor ve köpürtülüyor?

Elbette ki ikinciler... Dikkatlice izlerseniz bütün bunların Gıkka'nın elime tutuşturduğu söğüt dalından ve atın yularından hiç farkı yoktur. Bunlar, kokuşmuş sömürü düzenlerinin öğrettiği çaresizliklerin baş aparatlarıdır ve sadece bizim ülkemize de özgü değildir.

Peki... Laiklik, devlet, başörtüsü, Atatürk, bayrak, ezan ve benzeri şeyler değersiz midir? Elbette ki hayır. Her birinin kendi alanlarındaki değerleri son derece yüksektir. Sıkıntılı olan, bu milli ve dini değerlerin köpürtülüp köpürtülüp "esas belirleyici" konumuna yerleştirilmesi ve "uyuşturucu" olarak kullanılmasıdır.

Devamında, çaresiz olduğu kendisine iyice ezberletilen yüce halkımız, bu uyuşturucuların etkisi ile adeta profesör kesilir ve bacak bacak üstüne atarak parmak sallamaya başlar:

  • Bu memleket adam olmaz;
  • Böyle gelmiş böyle gider;
  • Ben tek başıma ne yapabilirim ki?
  • Aslında hiç birini tutmuyorum;
  • Dış güçler bizi engelliyor;
  • Atatürk Atatürk diyerek kurtulabiliriz;
  • Camiler dolup dolup boşalırsa, her şey düzelir;
  • Rakı balık Ayvalık...
  • Tövbe estağfirullah...

Mustafa Orhan METİN - 2017

Bu deneme yazısını paylaşabilirsiniz.

Diğer deneme yazıları