Dağdaki çoban

Beş arkadaş Karanlık Kanyon'u gezmeye gitmiştik. Karanlık Kanyon, Erzincan'ın Kemaliye ilçesinde bulunan enteresan bir doğa harikası... Ben oralı olduğum için, biraz da kasıla kasıla arkadaşlarıma eşlik etmiştim. Taş yol ve Karanlık Kanyon gerçekten büyülemişti hepimizi.

Arkadaşlarımdan birisi diş doktoru, ikisi müzisyen, birisi de metalurji mühendisiydi. Gezimizin ikinci gününde, yoldan ayrılıp kendimizi biraz dağa bayıra sürdük. Ardıç, meşe ve çalılar arasından yol seçmeye çalışırken, bir homurtu duyduk. Daha doğrusu homurtu ile inilti arası bir sesti. Yaklaştık ve ardıcın dibinde yatan bir dağ keçisi gördük. Dağ keçileri yabani ve ürkek oldukları için, normalde insan varlığından son derece rahatsız olurlar ve hemen gözden kaybolmanın yolunu ararlar. Ama bu kez öyle olmadı. Hayvan hangi durumdaysa o durumda kaldı ve kaçmak için en ufak bir çaba sarf etmedi veya edemedi.

Doktor olan arkadaş belki doktor olmasından, belki de kadın olmanın verdiği hassasiyetle hepimizden bir kaç metre daha fazla keçiye yaklaştı ve eli ile durmamızı işaret etti. Sonra hızlı hızlı yanımıza gelerek "hayvan doğuruyor, fakat sanırım yavru ters geliyor; ikisinin de şansı yok gibi" dedi.

"Bir şey yapamaz mıyız" anlamında hepimiz doktorun yüzüne baktık. Doktor gayet bilgiç bir şekilde kafasını iki yana salladı ve "bu bizim işimiz değil" dercesine keçiden daha da uzaklaştı.

Lafı fazla uzatmayacağım. Çünkü bu yazımın asıl amacı bir gezi anısı anlatmak değil.

Biz çaresiz ve üzgün bir şekilde keçiden uzaklaşırken, başka bir yönden koşarak bir adam geldi ve keçinin yanına çöktü. Elinde bir ip ve bir kaç şey daha olduğunu hatırlıyorum. Kırk, kırkbeş yaşlarındaydı. Kan ter içinde bir şeyler yaptı, itti, çekti, kendi kendine konuştu, keçi ile beraber o da bilmem kaç dakika toprakta debelendi. Bir zaman sonra da hareketlilik kesildi ve adam terini silerek taşın üzerine oturdu.

Sigarasını yakarken bizi farketti. Gömleğine ve şalvarına biraz çeki düzen vererek yanımıza yürüdü. Sürüsünü otlatırken dağ keçisini fark ettiğini, yavrunun ters geldiğini anlayınca koşarak çadırına gidip bir şeyler alıp geldiğini anlattı. Gözümüzün önünde adam resmen operasyon yapıp ters giden bir işi düzeltmiş ve kaşla göz arasında iki canı yaşama kavuşturmuştu.

"Anası da oğlak da iyiler" dedi. Ardından "artık uzaklaşalım da, hayvanın tedirginliği gitsin" mealinde bir cümle sarf ederek hızlı hızlı yürümeye başladı. Biz de peşinden...

Bir hukukçu, bir doktor, bir mühendis ve iki de müzisyen az önce kös kös çaresizce iki canı ölüme terk edip giderken, dağdaki çoban bu iki canı yaşama bağlamıştı.

Doktorla göz göze geldik. Sonra kaçırdık gözlerimizi. Üç beş ay önce hararetli bir tartışmamız olmuştu. Siyaset konuşuyorduk ve doktor o meşhur cümlenin peşinden koşuyordu: "Dağdaki çobanla benim oyum aynı olamazzz..." Yaşamım boyunca bunun kadar denk gelen başka bir olay yaşadım mı, inanın hatırlamıyorum.

Şimdi asıl konuya girelim yavaş yavaş...

Aslında, "yöneticileri toplumun hangi kesimi seçmelidir" tartışması yeni değildir. Antik dönemden bu yana, Platon, Aristotales, İbn-i Haldun, İbn-i Sina dahil bir çok düşünürün ilgi alanına girmiştir bu konu... Onlar belki bizim doktor gibi ağzından köpükler saçarak "olamazzz" diye feryat etmiyorlardı ama, neticede bu konuyu az veya çok düşünce dünyalarına dahil etmişlerdi.

Bir çok filozof, yöneticilerin toplumdaki bilge kişilerce seçilmesini, diğer bir çok filozof da toplumu bizzat filozofların yönetmesi gerektiğini ifade etmişlerdir. Toplumun çobanları ile doktorlarının bu konuda eşit yetkiye sahip olmamaları gerektiğini savunan düşünürlerin sayısı hiç de az değildir. Yani bizim doktora çok da haksızlık etmeyelim demek istiyorum.

Benim şahsi görüşüm ise bunun tam tersidir. Monarşi ile yönetilen toplumları bu tartışmanın dışında tutuyoruz mecburen... Ama yöneticileri toplumun içinden birileri seçecek ise, bu birileri mutlaka toplumun her kesiminden olmalıdır. Sen bilgesin, sen doktorsun, sen üç yabancı dil biliyorsun, sen bilgisayarda program yazıyorsun falan filan... Tamam da, bak adam iki canlıya yaşam hediye ediyor, ama sen de onu yapamıyorsun.

Hangileri diğerlerinden daha önemli işlerdir tartışması, ahmakçadır. Çünkü her iş, bütünün ayrılmaz bir parçasıdır. Bu işleri yapan insanlar da, toplumun devranını döndüren irili ufaklı dişlilerdir. Dişlinin birinin çok büyük, diğerinin çok küçük olması neyi değiştirir ki..? Küçücük bir dişliyi çıkart aradan, sistem durur. İnanmayan bir okuyucu varsa, hemen kolundaki saatinin kapağını açsın ve irili ufaklı çalışan dişlilerden en küçüğünü çıkarıp alsın oradan. Saatin artık çalışmadığını görecektir.

Öte yandan yöneticiler, toplumun kendisini aynada seyrettiği yansımalardır. Nasıl ki aynaya baktığımızda, eğer saçımız dağınıksa tarıyoruz, gömleğimizin yakası kıvrılmışsa düzeltiyoruz; bu iş de aynen öyledir. Yöneten ve yönetileni bu anlamda birbirinden bağımsız düşünmek, son derece yanlıştır.

İyi bir yönetici seçeceğinizi ve onun gelip toplumunuzu ileriye taşıyacağını düşünüyorsanız, son derece yanılıyorsunuz demektir. Toplum hangi tekamül seviyesinde ise, seçeceği yönetici de bire bir o toplumun aynadaki görüntüsü olur.

Mürekkep yalamış münevver bireylerin, oturdukları yerden Çankaya'daki yöneticiyi topa tutmaları son derece akılcılıktan uzaktır. Eleştirmekten bahsetmiyorum. Körü körüne ezberlenmiş belli cümlelerle yapılan salt saldırganlıktan bahsediyorum. Hele hele o yöneticiye oy vermiş insanları çobanlıkla, göbeğini kaşımakla, cahillikle suçlamaları, havanda su dövmekten farksızdır. Çünkü topa tuttukları o yönetici, toplumda yaşayan cahiller ile alimlerin ortalamasının bir sonucudur.

Başbakanı veya belediye başkanını, toplumun kültür ve bilgi bakımından en üst düzey bireyleri seçsin demek, bir süre sonra aristokrat bir toplum tabakasının oluşmasına da rıza göstermek demektir. Bunun topluma vereceği zararları burada anlatmak mümkün değildir. Ayrıca, seçme hakkı verilmeyen toplum kesimleri "güdük" kalmaya mahkum edilmiş olur ki, bu durum toplumun zaman içinde tamamen çürümesine neden olur. Çürük elmaların bulunduğu sepette, sağlam elmaların etkilenmemesi eşyanın tabiatına aykırıdır.

Yönetici seçiminde nasıl bir yol izlerseniz izleyin, "ortalama tekamül seviyesi" denilen şeyin önüne geçemezsiniz. Toplumun kalitesini "bireylerin ortalaması" belirler. Yöneticilerin kalitesi de, toplumun kalitesine sıkı sıkıya bağlıdır.

Çözüm ortaya çıktı değil mi? Tek çare, toplumdaki bütün bireyleri hesaba katarak kalite ortalamasını yükseltmektir. Oturduğu yerden kendisi gibi düşünmeyen herkesi "cahil ve basiretsiz" olarak suçlamak, ucuz ve sonuç vermeyecek bir çabadır. Bunun yerine, tüm toplum bireylerinin birlikte devinmeleri, üstte olanların alttakileri kendi seviyelerine çekmeye çalışmaları, tek akılcı yoldur.

Nasıl ki her bireyin kendi tekamül yolculuğu kaçınılmazsa, toplumun tekamül yolculuğu da kaçınılmazdır. Çünkü toplum, kendisini oluşturan bireylerin dışında ayrı bir birey gibidir. Mesela bir toplum 10 bireyden oluşuyorsa, toplumun kendisi de 11. birey olarak kabul edilmelidir.

Toplum aynaya bakarak kendisini görür ve eksiklik hissettiği her hususu zaman içinde mutlaka düzeltir. Bu düzeltme, aklını kullanan toplumlarda hızlı, aklını kullanmayan toplumlarda yavaş olur. Hızı artırmak ise münevver tabakanın cahiller üzerinde sabırla yürüttüğü çaba ile mümkündür. Dağdaki çoban metaforunu tekrarlayıp duran bir münevver tabaka, evin içindeki yürüme bandına binmiş şişmanlara benzer. Binlerce adım atar, ama bir metre bile ilerleyemez.

Yöneticilerin toplumun aynadaki görüntüsü olması, toplumun tekamülü için bulunmaz bir nimettir. Yöneticileri tüm toplumun değil de, "kendini üstün görenlerin" seçmesi, aynayı toplumun önünden kaldırmak demektir.

Mustafa Orhan METİN - 2017

Bu deneme yazısını paylaşabilirsiniz.

Diğer deneme yazıları