Zorunlu göç

İnsanlar veya hayvanlar, bir yerden başka bir yere neden göç ederler?

Bu soruya cevap aramadan önce, göç denilen olguyu ikiye ayırmakta fayda vardır.

Birincisi zorunlu göçtür. İster hayvanlardaki gibi içgüdüsel olsun, isterse de insanlardaki gibi planlayarak olsun, bu birinci göç çeşidi için "yaşamı devam ettirebilme isteği" cevabını rahatlıkla verebiliriz.

İkinci göç çeşidi ise yaşamı devam ettirebilme isteğinden kaynaklanmaz. Bu durumlar için yukarıda sorduğumuz soruya "yaşamı daha kaliteli bir hale getirme isteği" cevabını verebiliriz. Emekli bir çiftin, bulundukları yerden daha tenha, daha doğal veya daha güneşli bir ortama göç etmeleri böyledir.

İkinci göç çeşidi bu yazımın konusu değildir. Göçebe yaşayan insanları ve hayvanların uyguladıkları içgüdüsel zorunlu göçü de bu yazımda ele almayacağım. Çünkü yaşamı daha kaliteli hale getirmek için yapılan göçlerin, insanlara ızdırap vermediğini biliyorum. Göçebe insanların tercih ettikleri yaşam tarzının veya hayvanların yaptığı içgüdüsel göçlerin onlara nasıl bir duygu yaşattığını ise bilme şansım hiç yok. Dolayısı ile, insanlara acı, ızdırap, yorgunluk, mutsuzluk, şaşkınlık, çaresizlik, yoksulluk ve benzeri şeyler yaşatan "zorunlu göç" üzerinde duracağım.

Yazıyı okurken, mesela iki üç nesil önce Malatya'dan İstanbul'a göçmüş bir ailenin bugün Şişli'de yaşayan torunları, "yoo hiç de acı ve ızdırap duymuyoruz, büyüklerimiz göçmekle çok da iyi yapmışlar; ne yapacaktık Allah'ın dağlarında" şeklinde bir cümle kurmasınlar lütfen. Çünkü sözünü ettiğim acı ve ızdırap, göç günü baba ocaklarından, tarlalarından, emeklerinden, hayvanlarından, komşularından, göz yaşları içinde ayrılan dedeleri ve büyükanneleri içindir.

Hadi diyelim olan oldu, giden gitti, gelen geldi, yaşanılanlar unutuldu, kapatalım konuyu. Kapatamayız..! Çünkü göç devam ediyor. Ülkemizin neredeyse dörtte biri İstanbul'da yaşıyor ve bu oran her geçen gün artıyor. Emekli üç beş çiftin toparlanıp memleketlerine dönmeleri, "göçün geriye döndüğünü" göstermez.

İnsanlara ızdırap veren bu zorunlu göçlerin nedenini, size başka bir senaryo üzerinden anlatacağım. Çözümün ne olduğunu da, bu öyküyü okurken zaten kendiliğinden keşfetmiş olacaksınız. Öyküye geçmeden önce, "yazdıklarımın gerçek olaylarla ve kişilerle ilgisi yoktur" şeklinde klişe bir cümle kurayım da, kimse üstüne alınıp başımı belaya sokmasın.

...............

Çaycılık yaptığım işyerinde 7 müdür, her birinin de oturup iş yaptığı 7 oda vardı. Burası fabrikanın yönetim katıydı ve buranın asma katında da patronun ihtişamlı odası yer alıyordu.

Müdür odalarından sadece bir tanesine klima taktırılmış, diğer odalara her nedense bu imkan sağlanmamıştı. Belki de asma kat yapılmadan önce klimalı oda patronun odasıydı; onu bilemiyorum. Ben işe girdiğimde yerleşim bu anlattığım şekildeydi.

Klimalı odada oturan müdür, yazın serin, kışın sıcak, mutluluk içinde işini yürütürken, diğer odalarda oturan müdürler yazın kan ter içinde, kışın ise paltolarını çıkarmadan çalışıyorlardı.

Günün birinde klimasız odada oturan müdürlerden biri patrona müracaat edip, klimalı odaya taşınmak istediğini söyledi. Sıcağın ve soğuğun çalışma performansını olumsuz etkilediğini tane tane izah edip, patrondan klimalı odaya taşınma iznini kopardı. Ufak tefek temizlik işlemlerinden sonra, masa ve sandalyeler taşınarak odası boşaltıldı. Klimalı oda ise, biraz kalabalıklaşarak küçüldü. Odanın eski sahibi müdür bu durumdan pek memnun kalmasa da, patronun iradesine karşı gelecek hali yoktu.

Aradan bir süre geçtikten sonra, klimasız oda sahibi müdürlerden biri daha patrona müracaat edip aynı gerekçelerle izin koparttı ve klimalı odaya taşındı. Sonra biri daha...

Klimalı odada artık 4 müdür çalışıyordu. Masalar sandalyeler neredeyse üst üste tıkış tıkış, saçma sapan bir durum oluşmuştu.

Ben bir çaycıyım. Kafam bu işlere pek çalışmaz ama, çalışmayan kafam müdürlerin ve patronun ne kadar ahmak olduklarını anlamaya yetiyordu. E be kardeşim; klimalı odaya göçmeyi talep edeceğine, sen de kendi odana ayrı bir klima talep etsene. Ey patron; sen de böyle çocukça bir şeye olur vereceğine, diğer müdürlerin odalarına klima taktırsana...

Diyebilirsiniz ki, belki de işletmenin mali durumu yeni klima almaya uygun değildi. Böyle derseniz çok yanılmış olursunuz. Çünkü bir gün bu klimalı odaya uğrayan patron, "yahu burası çok havasız kalmış ve kıpırdayacak yer yok. Şu bizim ustayı çağırın da, yan tarafta kullanılmayan koridoru bu odaya katsın ve buraya bir klima daha takılsın" dedi ve gitti.

Koridor odaya dahil edilince, doğal olarak oda büyüdü. Klimalar ikileşince de odanın içi yeniden havadar bir hale gelmiş oldu. Güya iyi bir iş yaptılar. Ama bu tercihin çocukça olduğunu anlamamak için gerçekten tam bir ahmak olmak gerekiyordu. Klimasız odalarda kalan diğer 3 müdür de, ikişer gün ara ile klimalı odaya taşınmak istediler.

Fazla uzatmayacağım. Klimalı odanın hemen yanındaki arşiv bölümü apar topar başka kata taşınarak, orası klimalı odaya katıldı. Oda büyüdü. Yetmedi, odaya bir klima daha taktırılarak odadaki klima sayısı üçe, müdür sayısı da yediye yükseltildi.

Boş kalan 6 oda, alt alta üst üste çalışan yedi müdür ve tek odada tıkır tıkır çalışan üç klima...

...........

Siz ülkenin dörtte birinin neden İstanbul'a göç ettiğini sanıyorsunuz? Veya Ankara'ya, veya İzmir'e veya diğer başka büyük şehirlere... Köylerin, kasabaların neden boşaldığını sanıyorsunuz?

Çünkü hasta olursunuz hastane ve doktor gerekir, çocuğunuz okuyacaktır okul gerekir, sofranızda çorba olmalıdır aş gerekir, para lazımdır iş gerekir. Bütün bu gereken şeyleri belli bazı yerlere monte eder, diğer yerleri bundan yoksun bırakırsanız, olmayan şey için insanlar "olan yere" göç ederler. Karmaşık değil, inanın bu kadar basittir bu konu.

İnsan gibi yaşamak için, eksiklik duyulan şeyin peşinden koşmaktır göç... Bu aş olur, bu iş olur, özgürlük olur, okul olur, sağlık olur, kültür olur, olur da olur. İnsanlar ne için yurtlarını yuvalarını terk edip bir bilinmezliğe doğru göçüyorlarsa, ancak göçtükleri yerde olan o şeyi yaşadıkları yere götürmekle sorunu çözebilirsiniz. Bunun dışındaki her çözüm önerisi, topu taca atmaktan ve kafayı kuma gömmekten başka bir şey değildir.

Büyük şehirlerin belediye başkan adayları her seçim öncesi pazardaki işportacı gibi bağırırlar:

  • Gel vatandaş gel... Sinema burada, tiyatro burada, AVM, geniş yollar, alttan üstten giden tramvaylar burada... Size yenilerini yapacağım. Daha büyüklerini inşaa edeceğim.
  • Gel hanım gel... Metrobüs vardı, şimdi size fetrobüs, öbür sene de ketrobüs yapacağım. Zırt bineceksiniz, gideceğiniz yerde pırt ineceksiniz.
  • Gel vatandaş... Okul burada, hastane burada, fabrika burada, aş burada, eş burada, iş burada...

Yöneticileri kötülediğimi sanıyorsunuz değil mi? Çok yanılıyorsunuz. Çünkü benim odaklandığım yer yönetenler değil, halkın basiret seviyesidir. Halk gereği gibi talep etmezse, yönetenin umurunda bile olmaz. Neticede yönetenler Mars'tan ithal edilmezler halkın içinden çıkarlar. Yöneticilerin basireti, halkın sahip olduğu basiret ile doğru orantılıdır.

İspatlayayım:

İstanbul'da bir belediye seçimi olsa ve adaylardan birisi seçim öncesi konuşmalarında:

  • Şehri temiz tutacağım. Alt yapıyı ıslah edeceğim. Ama mevcut sosyal imkanlara bir yenisini daha eklemeyeceğim.
  • Yolları genişletmeyecek, otobüs sayısını artırmayacağım. Metro projelerini durdurup, oralara harcanacak para ile yeşil yaşam alanları oluşturacağım.
  • Tekirdağ İzmit arasında açılacak olan hiç bir yeni fabrikaya asla çalışma ruhsatı vermeyeceğim. Alt yapı hizmeti götürmeyeceğim. Fabrikalarını Anadolu'ya açmaları için üzerime düşen engellemeleri yapacağım.
  • Merkezi hükümetle işbirliği kuracak ve diğer belediyelerle paneller düzenleyeceğim. Bu güne kadar büyük şehirlere insanların göç etmelerine neden olan sağlık, eğitim, kültür, iş, aş ve benzeri imkanları, yaşadıkları yerlere adım adım bir plan dairesinde götürülmesinin peşinde olacağım.

Dese... İstanbul'un şu andaki seçmeninden yüzde kaç oy alır? On binde üç ya alır, ya almaz :)))

Kızmayın ama, ben de dahil, siz de dahil, eldeki malzeme budur..!

Mustafa Orhan METİN - 2017

Bu deneme yazısını paylaşabilirsiniz.

Diğer deneme yazıları