İlk gençlik yıllarımda okuldaki solcu arkadaşlardan duyduğum ve gönülden katıldığım şöyle bir önerme vardı: "Halkımız temizdir, saftır, iyidir. Onu kirleten, emperyalist güçler ve siyasi iktidarlardır."
Yani demek istiyorlardı ki, halkımız hırsızlığa, rüşvete, tembelliğe, cahilliğe, yalana, adam kayırmaya, sömürüye, ayrımcılığa, ötekileştirmeye son derece karşıdır; bu kötülükleri halkımızın damarlarına başkaları zorla şırınga etmektedir.
Ancak ilerleyen yıllarda bu önermenin ne kadar gerçek dışı olduğunu ve sokaktaki günlük hayat ile hiç de örtüşmediğini farkettim. Biraz garip gelecek ama bunu en bariz farketmeye başladığım yerler, maça giriş kuyrukları oldu. Uzayıp giden bilet kuyruklarının ön taraflarına "kaynak" adı verilen öyle operasyonlar yapılır ve öyle planlar hayata geçirilirdi ki, şaşırmamak mümkün değildi.
Bir kaç hafta içinde, yapılan bu planlar kuyrukta bekleyen diğerleri tarafından deşifre edildiğinden, mahalle aralarında harıl harıl yeni planlar üzerinde çalışılırdı. Bu bir hırsızlıktı ve benim de bu konuda bir kaç parlak plan sunmuşluğum oldu.
Bu planları yapanlar benim gibi sıradan insanlardı. Mahallenin gençleri bakkalın önündeki muhabbet yerinde konu hakkında yoğun mesai yaparlardı. Akşam evde babaları veya dayıları tarafından üretilmiş parlak fikirleri de tartışmaya açarlardı. Ama gelin görün ki, başlarında ne bir ABD subayı, ne bir istihbarat görevlisi, ne de yerli bir hükümet yetkilisi olurdu.
Ben misket oynamayı pek beceremezdim ama, misket oynayanlardan yaşça daha büyük olanların aniden çıkagelip, toprağın üstündeki misketleri ceplerine doldurup kaçtıklarına çok şahit olmuşumdur. Yaşı nispeten daha küçük olanlar bakkaldan harçlıkları ile misket satın alırken, yaşları büyük olanlar küçüklerin misketlerini gasp ederek misket hayatlarını sürdürürlerdi. Misketleri çalınanlar akşam babalarına bu durumu şikayet etmekten hiç bir sonuç elde edemezlerdi. Çünkü babaları da bu gaspları zamanında yapmıştı, kendileri de bir kaç yıl sonra yapacaklardı. Yani çocukluktaki günlük hayatın normal akışı böyleydi. Ama yine gelin görün ki, bütün bunları organize eden bir Alman subayı veya yerli hükümetin spor bakanı değildi.
Kahvehaneye girer girmez gazete olan masanın başına oturup, hemen en arkadaki spor sayfasını çevirirken de benim halkıma egemen bir güç baskı yapmıyordu. Hiç kimse onun kulağına eğilip, "sakın bir makale veya köşe yazısı okuma, hemen spor sayfasını çevir ve sadece resimlerine bakıp kapat" diye bir telkinde bulunmuyordu.
"Yola çıkıyoruz ama arabanın muayenesi ve evrakları tam mı" şeklinde sorulan bir soruya, masum halkımın çoğu "amaannn koyarız ruhsatın arasına üç kuruş, dert ettiğin şeye bak" şeklinde yanıt verirdi. Yahut çeşit çeşit başka rüşvet verme kompozisyonları yine benim masum halkım tarafından icat edilirdi. Veren verme teknikleri, alan da alma teknikleri konusunda uzmandı ve bu uzmanlıklar hep temiz halkım tarafından geliştirilirdi. Bunlar geliştirilirken, ben şahsen ortalıkta bir İngiliz diplomatına hiç rastlamamışımdır.
Bir kutu tebeşir almak için öğretmenler odasına girdiğimde, bir kaç gün önceki seçimde sandık kurulu başkanı olan bir öğretmenimizin, diğer öğretmene oy tasnifinde nasıl hile yaptığını ballandıra ballandıra anlattığına şahit olmuşluğum vardır. Utanarak yazıyorum bunu, ama ne yapayım ki böyle...
Okulda komşumuzun çocuğu olan arkadaşlarımızı birinci sınıf kabul eder, askerde aynı memleketli toprağımızı haklı haksız ayırd etmeden savunurduk. Mahalle maçlarında musevi arkadaşımız Vitali, nedense hep kaleci olmak zorunda kalırdı. Üstelik de oynadığımız top ona aitti...
Yaşı biraz daha büyük olan mahalle arkadaşlarımız, uçurtmalarını hep yaşı daha küçük olanlara zorla yaptırırlar, uçurtma yüksek bir yere takıldığında onu takıldığı yerden her zaman mahallenin en fakir çocukları indirirdi. Bu hiyerarşik düzenleri hangi dış güçler tesis etmişti, hatırlamıyorum.
İş müracaatları sonrasında yapılan mülakatlarda, rotary kulüp veya dini cemaat hassasiyetleri patronlar tarafından titizlikle gözetilirdi. Sevgili masum halkıma bunları kim yaptırırdı, kim öğretirdi, ne zaman öğretirdi, nasıl öğretirdi, hiç bilmiyorum.
Artık çocukluktan, gençlikten ve iş hayatından kopalı çok olduğu için, kronolojik sıraya da dikkat etmeden hep "geçmiş" zaman kullandığımın farkındayım. Fakat, birçok şeyin bıraktığım yerden aynen devam ettiğini çok iyi biliyorum. Belki teknolojik ilerlemeler nedeni ile konular değişmiştir, o kadar...
Bütün bunlar böyle cereyan ederken, benim sevgili masum halkımın en meşhur muhabbet konusu her zaman siyasilerin ve hükümetlerin ahlak düzeyi olmuştur. Ya kendi partilerini ayrık tutarak diğer partilere küfrederler, ya da "hiç bir parti tutmuyorum, hepsi ahlaksız" şeklinde bir Malkoçoğlu cümlesi kurarlar. Dış güçlerin halkımız üzerinde uyguladığı ahlak erozyonunun detaylarını da eklemeyi unutmazlar.
Halk, bir gün çok ahlaklı bir başbakanın ortaya çıkacağı ve alkışlar eşliğinde bir kaç günde bütün halkı ahlaklı yapacağı yalanına kendini inandırmıştır. O "kurtarıcı" ortaya çıkana kadar da bütün olumsuzlukların faturasını hükümetlere ve siyasi partilere kesmeyi ve kendi iç rahatlığını sağlamayı ihmal etmez.
Oysa gerçek böyle değildir. Asla böyle değildir ve hiçbir zaman hiçbir yerde de böyle olmamıştır. Çünkü bir ülkede herşey dışarıdan ithal edilebilir, ama bir başbakan veya hükümetin bakanları ithal edilemez. Neticede meclis uzaydan gelenlerle kurulmaz. Onlar hep bizim veya sizin mahallenizden çıkarak Ankara'ya giden yurdum insanlarıdır. Bir ayna gibi de, içinden çıktıkları halkı yansıtırlar.
Başbakanları veya parti liderlerini kritik etmeye harcadığımız zamanın onda birini kendi vicdan ve aklımızı keskinleştirmeye harcasak, meseleyi kökünden halledeceğiz. İnanın, bisikletle işe giden başbakanların yaşadığı ülkelerde, bu iş hep böyle halledilmiştir.
Mustafa Orhan METİN - 2017