İyi yönetici ile kifayetsiz yöneticiyi tespit edebilmenin en kolay yollarından biri de, sap ile samanı ayırd edip etmemelerine bakmaktır.
Öyle yöneticiler vardır ki, yönettikleri arasında meydana gelen bir olayda, kim haklı kim haksız fazla irdelemeden ve haklıyı haksızı ayırmak için gerekli çabayı sarfetmeden "toptancı" yaptırımlar uygularlar. Bunlar kifayetsiz yöneticilerdir. Öyleleri de vardır ki, kılı kırk yararlar, adaleti mutlaka gözetirler, haklıyı haksızı birbirinden ayırmak için gerekli çabayı gösterirler. Bunlar da iyi yöneticilerdir.
İyi yöneticinin olduğu yerde "güven" vardır. Güvenin olduğu yerde de "yüksek verimlilik" kaçınılmazdır. Huzur, saygı, sevgi, çalışkanlık, mutluluk, dürüstlük, merhamet ve benzeri bütün olumlu öğeler, "güven duygusunun" var olduğu iklimlerde yeşerebilir. Bundan dolayıdır ki, iyi yönetici herşeydir. Bu yönetici ister bir şirketin başında olsun, ister aile reisi olsun, ister futbol takımının antrenörü olsun, ister bir ordunun komutanı olsun, ister bir ülkenin başbakanı olsun, isterse de sınıftaki öğretmen olsun; durum değişmez. Sap ile samanı ayırmaya titizleniyorsa, orada hayat var demektir.
*****
Üzülerek belirtmeliyim ki, maalesef biz "güven duygusu" hadım edilmiş bir toplumuz. Sabırsız, sevgisiz, merhametsiz, verimsiz, tembel, saygısız, huzursuz tavırların sıklıkla sergilenmesinin ana nedenlerinden en önemlisi, "güven" fukaralığıdır. Bu fukaralığın oluşması öyle üç beş günde gerçekleşecek bir şey olmadığından, klasik yönteme başvurup sizi doğrudan çocukluk yıllarımıza koşturacağım. Yönetici ve güven kavramlarını harmanlayarak, hafızanıza fazla mesai yaptıracağım.
Hatırlarsanız, anne baba evde yok iken evin çocuklarının en büyük eğlencelerinden biri de evin altını üstüne getirecek oyunlar oynamak, anne babanın eve gelme vakti yaklaşınca da sanki hiç bir şey olmamış gibi evi eski haline getirme çabası olurdu. Salgılanan adrenalin, tadına doyulmaz bir heyecan verirdi.
Fakat gelin görün ki işler her zaman yolunda gitmezdi. Kardeşlerden biri oyun esnasında eve bir zarar verir, mesela bir vazo kırardı. Anne baba eve gelip bunu farkettiklerinde, içişleri bakanı anne bütün kardeşleri hizaya çekip sorardı: "Hanginiz kırdı bu vazoyu?"
Sorunun hemen devamında vazoyu kıran kardeş suçunu itiraf eder veya diğer kardeşler onu ele verirler ise, mesele kapanırdı. Suçlu, cennetten çıkma dayağı anında yemiş olurdu. Ama ilk sorguda suçlu ortaya çıkmazsa mesele üç beş dakika daha uzardı ve evin annesi o kaliteli dayağı çocukların tümüne atardı. Bu "toptancı" yargının devamında mesele kapanır ve anne suçu cezalandırmış olmanın huzuru içinde yarım bıraktığı kazağı örmeye otururdu. Çünkü vazoyu kıran çocuk da neticede dayağı yiyenler arasında olurdu. Gerçek suçluyu ortaya çıkarmak için ayrıca bir çaba sarfetmek boşa zaman kaybı sayılır, suçu olmadan dayak yiyen kardeşlerin hangi duygular içinde olabileceği ise asla irdelenmezdi.
Bir de ilkokul çağlarımıza gidip bakalım. Öğretmen tahtaya bir şeyler yazarken, haşarı tipler bazen muziplik peşinde olurlardı. Mesela arkadaşlarımızdan biri ağzından kuvvetlice bir "pırrrt..!" sesi çıkarırdı. Çocuklardan birinin yellendiğini düşünen sevgili öğretmenimiz hızla yüzünü sınıfa döner ve "kim yaptı o terbiyesizliği" sorusunu sorarak sert polis ifadesini takınırdı. Bu sorunun cevabı hemen gelirse sorun çabuk çözülür, ilgili çocuk bir şekilde cezalandırılır ve konu kapanırdı. Yok eğer arkadaşımız itiraf etmez veya biz de onu gammazlamazsak, konu beş on dakika daha uzardı. Öğretmenimiz gerçek suçluyu ortaya çıkarmak için çaba harcamak yerine, bütün sınıfı cezalandırarak konuyu kapatırdı. Neticede bu terbiyesizliği yapan da cezayı gören 30 kişinin içindeydi ve suç cezasız kalmamış oluyordu. Bu "toptancı" yargının neticesinde boşu boşuna ceza görmüş olan körpe beyinler ne hissediyordu; onu irdeleyecek bir bilincin var olduğunu asla sanmıyorum.
Askerlik yapanlar da sıklıkla şahit olmuştur. Erlerden biri yapılmaması gereken ufak tefek bir kabahat işlemiş, sorulduğunda itiraf etmemiş, arkadaşları da onu ihbar etmemişlerse, bölük çavuşu sorgulamayı uzun uzadıya götürmez. Bütün bölüğe mesela o hafta sonu çarşıya çıkmama cezası verilir, konu kapatılır. Neticede kabahati esas işleyen askerin de o hafta çarşıya çıkamamış olması, kabahatin cezasız kalmamış olması açısından yeterli görülür. Hiç suçu olmayanların cezaya maruz kalmaları ise, üzerinde durulacak bir şey sayılmaz.
Çalıştığımız işyerlerinde de benzer "toptancı" yaptırımlara denk gelmişizdir. Bir personelin neden olduğu herhangi bir zarar durumunda, ilk sorgulamalarda hemen netice alınamamışsa, zarara esas neden olan personelin kimliği önemini kaybeder. O mesele ile vakit harcamaktansa, herkesin işine gücüne bakması daha akılcı sayılır. Neticede, sözleşmelere bağlanmamış bir prim veya ikramiyeden bütün personel yoksun bırakıldığında, mesele kökünden halledilmiş olur. "Diğerlerinin suçu ne?" şeklinde sorulabilecek bir soruya karşılık genel müdür: "Sorduk, hatayı yapanın kim olduğunu söyleselerdi. Mahkeme değil burası. İşimizi gücümüzü bırakıp hata yapan personel peşine düşemeyiz" şeklinde cevap verip, kahvesinden bir yudum daha alır. Hatasız personelin cezalandırıldıktan sonra yaşayacağı "güven" problemi, yine hiç kimsenin umurunda olmaz.
Son olarak da devletin koyduğu "dolaylı vergilerden" bahsedip yazımı sonlandırayım. Katma değer vergisine, akaryakıttan, sigaradan alınan vergilere ve benzerlerine dolaylı vergi denir. Aslında, gelir veya servet üzerinden alınmayan hemen tüm vergilere dolaylı vergi denmelidir de; o kadar teknik konulara girersem asıl konudan uzaklaşabilirim. Hatta Prof. Osman Altuğ hocamız bunlara "namert vergisi" der. Çünkü "az kazanandan az, çok kazanandan çok" prensibi bu tip vergilerde gözetilmez. Mesela marketten makarna alan Rahmi Koç ve emekli Mustafa, kasaya aynı miktar KDV'yi öderler. Arabasını pompaya yanaştıran ticari taksi sahibi ile Güler Sabancı aynı bedeli öderler aldıkları benzine...
Peki, devlet bu adil olmayan vergileri neden alır? Çünkü "gelir vergisi" vermek zorunda olan bazı iş insanları gelirlerini tam göstermeyip vergi kaçırırlar, hatta bazıları vergi dairesine hiç kayıt yaptırmazlar, bazıları da beyanda bulundukları halde sürekli vergi dairelerine borçlu olarak yaşayıp giderler.
Devlet, toplaması gereken gelir ve servet vergilerini toplayamaz ise, yeterli geliri elde edememiş olur ve hizmetleri aksatabilir. Hatta istihdam ettiği memur ve işçilerinin maaşlarını bile ödemeye zorlanabilir. Bunun için normalde ne yapması gerekir? Yanlış beyanda bulunanların hilelerini ortaya çıkarmaya, onlara gerekli cezaları vermeye, kayıtlı olmayan gelir sahiplerini kayıt altına almaya çalışır; öyle değil mi?
Ama heyhat..! Devlet babamız da, tıpkı annemiz, öğretmenimiz, çavuşumuz, müdürümüz gibi "sap ile samanı" birbirinden ayırma zahmetine girmeden, "toptancı" bir yaptırım tercih eder ve halkın tamamını dolaylı vergilere boğar. Devlet ihtiyacı olan paraya kavuşur ama, halktaki "güven" duygusu bir kez daha zedelenmiş olur.
Yeni nesillerde bu güven duygusunu mutlaka oluşturmamız gerekiyor. Sadece arabamızın bakımını zamanında yaptırarak, evimize işyerimize alarm düzenekleri kurarak, soğukta kalın kazak giyerek, yağmurda şemsiyeyi yanımıza almayı unutmayarak içimizdeki "güven" duygusunu diri tutamayız. Adalete ve merhamete olan güven ihtiyacımız, tıpkı suya ihtiyacımız gibidir. Yaşama doğru yerden bakmamızın yolu, içimizde oluşmuş olan "güven" duygusundan geçer.
Mustafa Orhan METİN - 2017